08 Ekim 2007

Çoook yavaş geçiyor zaman çoook...

10 Mayıs 2007

21-23 NİSAN 2007 YALOVA TATİLİ

Varılan Keyifler

  • Açık havada balık yeme
  • Baba kucağına yatarak TV izleme ve uyuma
  • Annenin öpücükleri ile yatağa yatırılma ve yine uykuya dalma
  • Sabah erken kalkıp yatakta kitap okuma
  • Babanın senin için aldığı ekmeklerle yapılan, annenin hazırladığı mükellef kahvaltı
  • Bisiklete binme
  • Deniz kıyısına bisikletle giderek çıplak ayakla kumsal-deniz arası yürüme
  • Sonrasında kuma oturarak tüm sıcaklığını hissetme
  • Ellerinle kumda şekiller çizme, kumu hissederek denizin sesini dinleme
  • Bir kayığa yaslanıp kumun ve güneşin sıcaklığının keyfini çıkarma
  • Bir babanın kızına nasıl uçurtma uçurulacağını öğretmesini ve aralarındaki bağı izleme
  • Anne ve baba ile dağ evi ziyareti
  • Büyük hala ziyareti, hoş sohbet ve keşkek yemeği tatma
  • Haladaki kanaryanın müthiş ötüşü
  • Eskiye ait okul defterleri, kıyafetleri, Bilim Teknik dergilerini görüp yüzde kocaman bir gülümseme ile geçmişi anma
  • Müthiş İzmit körfezi manzarasını izleme
  • Araba ile çevre köy turları, doğa güzelliklerini görme
  • Babanın yazlarını geçirdiği eski aile çiftliği yerini ve hikayesini görme&dinleme
  • Akşam yemeğinde annenin yaptığı nefis dolmadan yeme
  • Alışveriş yapma
  • Pazar yeri gezme, baharda yeni çıkan meyve ve sebzeleri koklama
  • Kuzen-yenge ziyareti, hoş sohbet, özlem giderme
  • Gacık'taki arsanın güzelliğini görme ve şaşırma
  • Akşam yemeğinde mangal keyfi ve balkonda yemek yerken güneş batırma
  • Sonrasında çok keyifli baba sohbeti ve gece manzarası, güzel şarkılarla beraber şarkılara babayla beraber eşlik etme

Yapılan Nazlar

  • Babaya yenilecek balığı ayıklatma
  • Akşamın 20.30 unda babanın arkadaşının kapatılmış dükkanını açtırma ve işlem yaptırtma
  • Bisiklet binebilmek için anneye komşuya telefon ettirip komşunun oğlunun bisikletini istettirme
  • Bisikletle gezerken, anneye " şunu isterim, şunu isterim şunu şunu da isterim" diye akşam yenecek yemek siparişi verme
  • Babaya sırf ben seviyorum diye Yalova'ya gönderip sevdiğim ekmeklerden aldırtma
  • Anneye pazartesi işe giderken takmak için takı yaptırtma
  • Üşüyorum diye evde kalorifer yaktırtıp havayı tropikal iklim koşullarına getirme

Edilen Kayıplar

  • Cep telefonu
  • Ehliyet

04 Mayıs 2007

parça 22: YA SEVMEYİ YA SEVİLMEYİ SEÇERSİN

Yanılıyorsun, İdil. Ben hiçbir zaman kendimi ezilen zavallı konumunda düşünmedim. Aksine, tüm hayatımdan, aşkımdan büyük keyif aldım her zaman. Yaşadığım üzüntüler normal bir aşığın yaşadıklarını geçmedi ağırlığınca.
Nasıl anlatsam sana, bu tamamıyla bir seçim. Ya sevmeyi ya da sevilmeyi seçersin. Ben ilkini seçtim ve bu bence kesinlikle daha mutlu bir sonuç getirdi. Düşünsene, en azından baban gibi "keşke" lerim olmadı, pişmanlığım, hiç olmadı. Bilerek yaptım seçimimi. Bir hayal kırıklığı sonrası ikinci bir planı yaşamak olmadı hayatım.
Ben "her şeye rağmen" diyerek babanı sevmeyi seçtim. Beni başlarda sevmediğini bilerek. Ama koşulsuz sevince ve kendine inanınca tüm dünya senin istediğini vermeye odaklanıyor ya da sen beklentilerini sıfıra indirdiğin için her artı değer seni sonsuz mutlu ediyor. Babanın ilk beni kıskandığı zamanı hatırlıyorum. Ne kadar hoşuma gittiğini anlatamam. Ne kadar sevindiğimi. Bu, beni sahiplenmeye ve istemeye başladığını gösteriyordu çünkü.
Sonra bana ilk "seni seviyorum" deyişini. Eminim Ülker’den çok daha mutlu olmuş ve keyif almışımdır çünkü onu duymak için emek verdim ben. Beklenmedik bir anda, karşılığında hiçbir şey yapmadan bu cümleyi duyan birinden çok daha mutlu olmuşumdur. Çünkü ben bu sözü uzun süre bekledim.

Nasıl bilmem, nasıl anlamam ki benden önce yaşananları, baban kırık bir ayna gibi dolaşırken? İlk gözlerine baktığımda anladım tabi ama garip, bu babanı sevmemi engellemedi, ona olan sevgimi de azaltmadı. Neden diye çok defa sordum kendime ve cevabım kesindi; "çünkü öyle" idi.
Böyle olmalıdır cevap tam da. Aşkını açıklayamamalısın, en azından özünü, yani niye olduğunu. Sevdiğinle ilgili olumlu yönler, ne bileyim mesela yardımsever olması, art niyet taşımaması gibi değerler aşkını ve ona olan hayranlığını pekiştirmeli tabi ama çatkısını bunlar oluşturmamalı. Sevdiğinin olumsuzlukları ne olursa olsun özünden alıp eksiltmemeli. Kalbin gördüğün anda ya da çok geçmeden ona akıvermeli geri dönüşü olmamacasına.
Bir insan, şöyle iyi böyle harika diyerek, yani sebep gösterilerek sevilmez. Asıl pişmanlık bu noktada başlar. Ne yani, ondan daha yardımsever ondan "daha" olan birini bulunca terk edip öbürüne mi gideceksin?

Aşk öyle olmalı ki mesela on tane adam olsa karşında ve bunlardan bir tanesi baban olsa, diğerleri de ondan daha nitelikli adamlar olsa ben yine de babanı seçerim tereddütsüz. Nedenini sorarsan da "işte" derim sadece.

Yani demek istediğim, ne olursa olsun onu seçmelisin ve sebebini de açıklayamamalı ama kalbinde bilmelisin. Sadece kelimelerle ifadesi olamamalı o kadar, ama bilmelisin.

Esas kayıp, hayatın boyunca "gerçekten sevdim" diyememektir. Ömrün boyunca yanında olacak eşin için. Çünkü bu gerçekten çok büyük bir kayıp. Bunu benim gibi sevmeyi seçenler anlar. Tüm olay bu, seçmek. İnsan seçimleriyle yaşar güzel kızım unutma. Ben, pişman olmamayı seçtim. Gerçekten sevince de pişman olmazsın hiç. O yüzden benim için sakın üzülme ve bana oradan mavi ipliğimi ver bakalım, mine çiçekleriyle bezemeye karar verdim örtüyü.

15 Mart 2007

deneme: YALNIZLIK

Yalnızlık,
Yalın olma hali,
Kimsesizlikle karıştırılmadan.

Yalnızlık mı?
Yoksa
Yalın-sızlık mı aslında kelimenin özü?
Öyle olmasa,
Yalınlık olması gerekmez miydi kelimenin o zaman?

"İki kişilik yalnızlık var" derler bir de.
O öyle değil aslında.
Orada söylenmek istenen yalnızlık,
O bahsi geçen iki kişinin birbirinden vazgeçmesidir.

Öte yandan,
"Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılırsa yalnızlık olmaz" da derler.

Bence ne yaparsa yapsın insan,
Kaç kişiyle beraber yaşarsa yaşasın,
Nafile yalnızdır zaten, kendinden vazgeçmediği sürece.
Kendiyle olmak ve kendiyle olmayı bırakmamak,
Süreklilik addeden bir yalınlığı,
Dolayısıyla yalnızlığı gerektirir çünkü.

Böyledir gerçekten.
Vallahi.
Doğruyu söylüyorum.

Düşünün,
Hak vereceksiniz.

26 Şubat 2007

parça 21: AŞKIN KADINDAN SEYRİ

Bazı çiftler görüyorum etrafımda Candan, evleneli minimum 10 küsur sene olmuş. Hatta bazıları 60’ını devirmiş. Daha doğrusu kadınlar görüyorum ve bunların hepsinin hayatla ilgili yüklendiği sorumluluklar, sıfatlar var; yönetici olmak gibi, anne olmak gibi yetişkin-ciddi olmak gibi.

Hayatının akışında yer alan bu kadınların hepsini, sahip olduğu sıfatlarıyla özdeşleştiriyorsun kafanda; verdiği - vereceği tepkiler belli, konuşma tarzı, hatta ses tonu bile ayarlanmış, yılların ezberi olmuş.

Sonra bu yıllardır bildiğin kadınları bir de kocalarının yanında görüyorsun ve ezberin şaşıveriyor. O ciddi, yönetici kadın ya da anneler bir anda tüm bu kıyafetlerinden sıyrılıp on sekizlik cilveli kadınlara dönüşüveriyorlar. Yanakları hafif al, elini kolunu nereye koyacağını bilemez halde. Bir görsen, nasıl şımarıyor, nasıl cilve yapıyor eşine, ortam el verdiğince.

Bir kadının kocasına âşık olup olmadığını ben böyle anlıyorum işte. Saklayamıyor, maskeleyemiyor çünkü. Adam ona kendisini saç diplerinden tırnağına kadar kadın-tanrıça gibi hissettiriyor, bunu yüzünden öylece seyrediyorsun. Kadın bir anda gençleşiveriyor, yaşsız oluyor. Gençlik kremleriymiş, plastik-cerrahiymiş yalan diyiveriyorsun.

Ben de böyle bir aşk istiyorum işte Candan. Bunu gördükten sonra daha azına razı olamam.

parça 20:TESLİMİYET Mİ ?

( parça 19’un devamı)

Okuyorum Ülker Teyze. Dedim. "Ya öyle mi, hangi bölümde?" diye sordu, "Tiyatro" dedim kısaca. "Ne kadar güzel bir seçim. Böylece tek hayatla bir sürü değişik hayatlar ve ruh halleri yaşama şansın olacak demek. Ve üstelik bunu meslek olarak icra edip üzerine bir de para alacaksın." Diye yorumladı. Cevaplarıyla beni şaşırtmaya devam ediyordu. İlerideki mesleğim hakkında kelimesi kelimesine ben de böyle düşünüyordum çünkü. Babamın eski sevgilisi olmasa neredeyse sevecektim.

Ona olan bu kızgınlığım anneme olan haksızlıktan değildi. Kendimi bildim bileli babamın göz bebeği hep bendim. Annem ikinci sıradaydı. Aramızdaki diyaloga hiç karışmaz ve kıskanmaz uzaktan memnun, izlerdi sadece. Şimdi ise beni tahtımdan edenin ve aslında baştan beri esas kraliçenin o olduğunu öğrenmiştim. Yine de her şeye rağmen çok geçmeden ben de onu sevenler arasına katılacağımı hissediyor ve bu teslimiyete daha da sinirleniyordum.

Onunla karşılaşan herkesin kaçınılmaz sonuymuş bu. Ya çok severler ya da savaş açarlarmış ve her iki durum da bir ömür boyu sürermiş. Nefret eden neden nefret ettiğini de bilmezmiş ama ona ya hayran olurmuşsun ya da yenilmiş hissedermişsin yanında. Bir ortama girdiğinde o anda egemenlik kimin üzerindeyse bir şekilde teslim alır, kendini egemen kılarmış. Hiç konuşmasa bile yaparmış bunu, hareketleri ve zarafeti ile. "Pöh, babam da amma büyütüyor gözünde bu kadını" demiştim tüm bunları ilk duyduğumda. Fakat hakkını teslim etmek lazımdı. Gerçekten de hareketleri ve yaklaşımıyla karşısındakinde ona her şeyini anlatma ve paylaşma isteği uyandırıyordu.

"Kaçıncı sınıftasın?" diye devam etti. "Üç" dedim. Sonra bilmem neden, birden "Bir hafta önce bir dizide oynamak için bir hocamdan teklif aldım" deyiverdim. Bu samimiyetime şaşırmış ve sevinmiş, "Ya, ne yapacaksın peki bu konuda?" diye sordu. "Rol almayı çok istiyorum ama babam sıcak bakmıyor maalesef. Ben de onu ezmek istemiyorum. Hâlbuki eften püften piyasa dizisi olmayacak ki. Oyuncu kadrosu çok sağlam tiyatroculardan oluşuyor ama ben kim olduklarını bile sayamadan babam bir daha düşün istersen diye kestirip attı." Dedim bir nefeste ve durdum. Allah'ım niye anlatıyordum ki bunları? Kimdi ki karşımdaki? Ne umuyordum? Babamdan benim adıma izin almasını mı?

Ona anlatmamdaki tereddüdümü yüzümden hemen anladı. "Dediği gibi bir daha düşün o zaman sen de. Hem böylece onun tavsiyesini dinlemiş olursun. Kararın değişmezse de ona göre konuşursun." Dedi.

Sustuk yeniden. Ülker Teyze biten çayımı yenilerken kendimi ona hayran hayran bakıp "Hareketleri ne kadar da zarif. Çay seromonisindeki japon kadınlarına benziyor." diye düşünürken buldum. "Öf babamın etkisinde çok kaldım herhalde" diye geçirdim içimden.

Ama sen hiçbir şey anlatmıyorsun? Diye sorumu yineledim merak içinde. "Senin beni merak ettiğin kadar ben de seni merak ediyorum."

08 Şubat 2007

parça 19: LİMONLU KEK

( parça 15'in devamı)


Aslında ona gittiğimde bu öğrendiğim şok edici gerçeklerin yanında hayatımın en ağır, acı verici günlerini yaşıyordum. Ülker Teyze'nin gün ışığı dolu mutfağında yeni pişirdiği limonlu kekin servisini beklerken, diğer yaşadıklarım aklıma teğet geçer geçmez gözlerim doluverdi. Silkinip "Şimdi sırası değil" dedim içimden. Bunlardan sıyrılıp sohbeti başlatmak adına, "Senelerin nasıl geçti? Neler yaptın Ülker Teyze? Hayatını nelerle doldurdun? " Diye benden beklemeyeceği samimiyette ansızın sordum. Babam olsa " Hep yaptığını yapıp insanlara beklemedikleri ağırlıkta sorular sorarak onları zor durumda bırakıyorsun. Bu yüzden senin yanında maskelerini taşıyamıyorlar." derdi.

Ülker Teyze ise yapmak istediğimi görerek aynı şekilde karşılık verdi ve ezberimi bozan bir şekilde, "Önce sen anlat. Sen neler yapıyorsun? Nerede okudun? " Durdu, eğilip gözlerime baktı; "O kadar genceciksin ki.!" dedi. "Çalışıyor musun? "

Sorunun şaşkınlığından ben de onun gözlerine baktım, gözlerinin en içine. Babamın anlattıklarının hepsi gerçekten de orada duruyordu. Bunların üzerine bakışlarına, hayattan istediğini alamayan ama tevekkülle bunu atlatmaya çalışan insanların taşıdığı bilgelik eklenmişti. Öyle acı çekerek edinirler ki bunu, siz onların karşısına bir problemle geldiğinizde neredeyse konuşmanıza gerek kalmaz. Gözlerinize bakarak acınızın ölçüsünü alıverirler, kırk yıllık terziler gibi.

İşte bu yüzden "Sen anlat." Demişti Ülker teyze. Gözlerimi ve beni anlayıvermişti. Uyku gibi acı akıyordu gözlerimden.

05 Ocak 2007

parça 18: VİRÜSLÜ BELLEK

- Senin karın konusunda tıkandım, Alper. Hayatımda ilk defa bir vaka konusunda bu kadar zorlanıyorum.

- Bi dakika, bi dakika yemin ederim anlayamıyorum ya. Nasıl olur? Sen bu konuda bir numarasın Ayşe.

- Bak, şöyle anlatmaya çalışayım; karının durumu artık 'çoklu kişilik bozukluğu' dediğimiz durumu da aşmış halde. Tedavisinde şimdiye kadar üstesinden geldiğimiz daha doğrusu tanımlayabildiğimiz kişi sayısı 15. Bunların kimisi belki de çocukluğundan beri onunla beraberdi, kimisi de sadece 1 aydır. Normal hayatını yaşarken hayat akışında karşılaştığı bir insanın bir hareketinden, bir cümlesinden etkilenip onu alıp içselleştiriyor.

Sağlıklı bir insan bunu sadece taklit aşamasına kadar getirir. Ne bileyim bir sözcükse bu tepki anında söylenen mesela, olay anında tepki olarak onu söyleyerek taklit eder. Sonra bu, çok kullandığı bir sözcük haline gelir ya da bir süre sonra unutur gider.

Senin eşinde durum farklı. Karın, örnek olarak aldığı insanın çok özel bir lafını ya da hareketini değil o kişiyi kopyalıyor tamamen. Onun gibi yaşamaya, davranmaya başlıyor. Bu insanı çok iyi tanımasa bile kafasındaki boşlukları kendisi doldurup yeni karakterini yaratıyor. Bunu sadece bir eğlence için bile yapabiliyor bazen. Sadece yaratma içgüdüsünü tatmin etmek için. Mesleği oyunculuk olduğu için de bunu şimdiye kadar çok ustaca gizleyebilmiş.

Üstüne üstlük bu kişiliklerin sayısı azalmaya başlayınca yani ortalık tenhalaşınca hemen yenilerini üretiveriyor. Altında, yalnız kalmaktan ve kendi hayatını yaşamaktan, kendi olmaktan korkma var. Bunu istem dışı yapıyor. Virüslü bir bilgisayar gibi. İstem dışı kişilik çoğaltıyor. Önüne geçemiyoruz.

Bu karakterlerin hepsinde ayrı ayrı hikâyeler var. Hangi olayların gerçek olduğunu bulamadığım için travmanın kaynağına da ulaşamıyorum. Gerçek hikâyeye yaklaştığımı hissederken önüme hemen yeni bir karakter ya da olay çıkarıveriyor.

Alper, elleri cebinde önüne bakarak yürürken, yaklaşık 3 saat önce yaptığı ona şaka gibi gelen bu konuşmayı kafasında her cümleyi tekrar tekrar döndürerek sindirmeye çalışıyordu.

Boşlukta yürüyormuş gibi geliyordu. Havanın sıcaklığı sıfırın altında olmasına rağmen ne soğuğu ne de sıcağı hissedemiyordu.
Şoka girmek dedikleri bu olsa gerek diye düşündü. Şu an ve biraz önce konuştukları ona gerçekmiş gibi gelmiyordu. Beyni ısrarla bunu düşünmeyi reddediyordu. Düşüncelerini toparlayamıyordu. Bir Ayşe'nin bir cümlesini hatırlıyor, ikincide ise ofiste yapmayı unuttuğu bir iş aklına geliveriyordu.

Durdu, derin bir nefes aldı ve Evet dedi, Kesinlikle şoktayım. Ben de tırlatmazsam iyidir.